Risale-i Nur'un, Kur'an'ın manevî ve hakikî bir tefsiri olduğunu söyleyen Bediüzzaman, konuları itibariyle onun hakiki Kelâm ilmi derslerini veren eserler olduğunu, hatta İmam-ı Rabbânî'nin çok önceden ondan haber verip müjdelediğim de ifade etmiştir.
Bir talebesine yazdığı cevabi mektubunda şöyle diyor: "Mektubunda ilm-i Kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i Kelâmın dersleridir.
İmam-ı Rabbânî gibi bazı kutsî muhakkikler demişler ki: Âhir zamanda ilm-i Kelâmı yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşf ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hatta İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür. Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç kardasın, bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiç bir cihette liyâkatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın."
Risale-i Nur külliyatının Kelâm ilmine ait eserler olarak da kabul görmesinin sebebi, konularının iman esasları ile ilgili olmasındandır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Bediüzzaman Risale-i Nur'u Kur'an'ın manevî bir tefsiri olarak görmekte ve aynı zamanda Kelâm ilminin konularını işlediğini de özellikle vurgulamaktadır.
Bu konudaki ifadelerinden bazıları şöyledir: "İmam-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sâni Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: Hakaik-i imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramâta müreccahtır. Hem bütün tarikatların gayesi ve neticesi, hakâik-ı imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur. Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakâik-ı imaniyeyi kemâl-i vuzuh ile beyan eden ve esrâr-ı Kur'aniyeden tereşşuh eden Sözler (Risale-i Nur), velayetten matlup olan neticeleri verebilir."
Bediüzzaman'ın, yine İmam-ı Rabbânî ile ilgili aşağıdaki sözleri de, onun çok açık bir surette Risale-i Nur'u Kur'an'ın manevî bir tefsiri olarak değerlendirdiğini gösteriyor.
Müellif, İmam-ı Rabbânî'nin "Tevhid-i kıble et" şeklindeki tavsiyesini nazara alarak, Kur'an'dan başka, eserlere müracaat etmemesinin gerekçesini anlatırken şöyle diyor: "Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menba'ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nakıs ve perişan istidadım, elbette layıkıyla o mürşid-i hakîkînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'an'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil; belki, kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maârif-i ilâhiye hükmündedirler."
Bediüzzaman'a göre, zahirden hakikata geçmek iki suretledir:
Birincisi: Tarikat berzahına girip, seyr-u sülük ile değişik mertebeleri katederek hakikata ulaşmaktır,
ikincisi: Tarikat berzahına uğramadan, lütf-u İlâhî ile doğrudan hakikata geçmektir. Bu yol, sahabe ve tabiîne has, hakikata çok kısa bir zamanda ulaştıran ulvî bir yoldur. Demek ki bu yolu takip eden ve Kur'an'ın hakikatlerinin birer yansıması olarak ortaya çıkan Risale-i Nur, böyle bir özelliğe sahip olabilir ve sahiptir.
Risale-i Nur'un Kur'an'ın hakikatlerini yansıtan bir ayna vazifesini gördüğünü belirten müellif, şu görüşlere yer vermiştir: "Ben kendim; on değil, yüz değil, binler defa müteaddit tecrübatımla kanaatim gelmiş ki, Sözler ve Kur'an'dan gelen nurlar, aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hakeza... Hattâ dünyevî işlerimde keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hâcâtına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur'an-ı Hakîm'in kerametli esrarından o hâcâtımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hâsıl oluyor."
Bediüzzaman, Kastamonu Lahikasında, medrese ehli ve hocaları ilgilendirdiği gerekçesiyle söz konusu yaptığı bir hususu anlatırken şu görüşlere yer vermiştir: Eski zamanlardan beri ekser yerlerde medrese hocaları iman hakikatlarını ve feyizlerini hep tekkelerde aramışlar. Velayet meyvelerini onların elinden almak için, bazen en büyük bir medrese hocası, çok küçük bir tekke şeyhine boyun eğmiş, elini öpmüş ve ona tâbi olmuştur. Velayet feyizlerini oralarda aramıştır. Halbuki medrese içinde hakikatin nurlarına giden bir yolun, iman esaslarıyla ilgili ilimlerde daha safi, daha hâlis bir hayat suyu çeşmesinin bulunduğunu; ilmin bizzat kendisinde, imanın hakikatlarında ve ehl-i sünnetin ilm-i Kelâmında, tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir velayet yolunun varolduğunu, Risale-i Nur, Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın mucize-i mânevîyesiyle açmış, göstermiş; meydandadır. Bu sebeple herkesten çok, hocaların nurlara koşmaları gerekirken, maateessüf medrese ehlinin çoğu hâlâ kendi medresesinden çıkan bu hayat suyu çeşmesini ve bu çok değerli hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Yine de Allah'a şükürler olsun ki, Sözler mecmuası, hem hocaları hem de muallimleri nurlara çekti.
2.3. Risale-i Nur, Kur'an'dan Mülhemdir (tık)
2.4. Risale-i Nur, Kur’an’ın Metodunu Kullanmıştır(tık)
2.5. Konu İle İlgili Bir Kaç İtiraz Ve Cevapları (tık)
Sorularla Risale-i Nur sitesinden iktibas...