14 Ocak 2009 Çarşamba

İnsan !

Hem insan,
nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz
ve
hadsiz a’danın hücumuna mübtela
ve
nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hacata giriftar
ve
nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan,
vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra “dua”dır.
Dua ise, esas-ı ubudiyettir.
Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder.
Maksuduna muvaffak olur.
Öyle de:
İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.
Rahmanürrahîm’in dergâhında; ya za’f ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.
Tâ ki, makasıdı ona müsahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.
Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; “Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum.” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder
Risale-i nur...